İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğu günden buyana iyi-kötü, doğru-yanlış mücadelesi süregelmiştir. İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın bilinmesinde veya tanımlanmasında yine insanoğlunun inançları, hisleri, ihtirasları, menfaatleri, içinde bulunduğu psikolojik veya sosyal nedenlere bağlı olarak oluşan değer yargıları rol oynamaktadır. İyinin ve kötünün tanımlanmasında genel olarak insanların hatta canlı cansız bütün varlıkların faydasına olabilecek hukuki ve vicdani olanlar iyi, doğru, bunun zıddı ise kötü, yanlış olarak değerlendirilir.
İyinin ile kötünün, doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin belirlenmesinde öncelikle anlamak ve anlamlandırabilmek için bilgiye ihtiyaç vardır. Bilginin elde edilmesinde iki tür kaynaktan söz edilebilir: Birincisi, içinde bulunduğumuz dünyamız ile tüm evreni zerreden kürreye bütün varlıkları yoktan var eden bir yaratıcının var olduğu inancı ve o yaratıcının belli vasıtalarla insanlığa bildirmiş olduğu ilahi emirlerdir. İkincisi ise, insanoğlu, hayatı anlama ve anlamlandırma sürecinde bir varlık olarak insanı, hayvanatı, tabiatı ve dünyamızın dışında diğer gezegenleri, yıldızları ve diğer galaksileri incelemiş ve bu süreç halen devam etmekle birlikte gözlemlemiş olduğu analiz-senteze dayalı doğrulanmış bilgiler (modern anlamıyla bilimsel bilgi) dir.
Burada hemen belirtelim birinci seçenekte belirtilen vahyin herhangi bir doğrulamaya ihtiyacı yoktur. Aktarılan bilgi inanç eksenlidir, ve inanç da ise insan hayatında bir ön kabul ile başlar. İnanmak; istemekle olur, inanmak istemeyen hiçbir şekilde inandırılamaz.
Bahsedilen bilgi kaynaklarının birbirinin alternatifi olduğu sonucu çıkarılamaz. Herhangi bir konuda farklı kuralları olabilir. İnsanın dünya hayatının şekillenmesi süreci yukarıda da bahsettiğimiz gibi insanın değer yargılarına göre biçimlenmiştir. İnsanlığın eğitim, aile, iş, güvenlik, toplumsal sosyal düzen ve hatta devletlerin bile kuruluş felsefelerinde bu değer yargıları önemli yer tutar alır.
Örneğin semavi dinlere ait dindar toplumlar tarafından kurulan devletlerin kuruluş amacı; Müslümanlar için, “i’lâ-yı kelimetullah”tır. “İ’lâ-yı kelimetullah” kısaca, “Müslümanların ülke veya şehirleri i’lâ-yi kelimetullah amacıyla İslâmiyet’e açmaları, İslâm devleti idaresine almaları. İslâm dinini yayma ve Müslümanları dinî görevlerini yerine getirmeye çağırma “ şeklinde tanımlanabilir.
Hristiyanlık için ise, “dünyevi tüm iktidarların temel kaynağı Tanrı’nın kendisidir. Zaten iktidar olgusu Tanrısal bir gücü içerisinde taşımaktadır. İnsanı, evreni, toplumu, bilinen ve bilinmeyen her varlığı, canlıyı veya eşyayı yaratan Tanrı olduğuna göre, Tanrı’nın varlığı siyasal alanda da kabul edilmesi gerekmekteydi. Çünkü insanı ve çevresinde varlık gösteren herşeyi yaratan Tanrı insanın nasıl yaşayacağı yönünde de hükümlerini vermiş durumdadır. “ (Doç. Dr. K. A. Demir – Hristiyanlık Dininin Devlet Yönetimi Üzerine Etkileri)
Yahudilik’te ise ; “Tevrat’ın yaratılışa ait olan ilk kitabı Genesis’e göre, Yahudi kavminin başlangıcı İbranilerdir ve Yahudi dininin kurucusu İbrahim (Abraham veya Abram)’dir. Kuzey Sami kavimlerinin atası sayılan ve Hz. İbrahim’in soyundan geldiği kabul edilen İbraniler, kendilerini “Tanrı’nın seçilmiş kavmi” olarak görmüşlerdir. Bu halkın inancına göre Tanrı, Hz. İbrahim’in kişiliğinde İsrailoğulları ile gerçekleştirdiği anlaşmayla onları yalnızca kendisine tapınmakla görevlendirmiş, Hz. İbrahim’i tanrısal gerçekleri dünyanın bütün kavimleri arasında yayması için seçmiştir.” (S.Kızıloğlu – İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahudiler Ve Siyonizmin Gelişimi)
Semavi dinlerin bilgi kaynağı bizzat yaratıcı tarafından yine kendisinin seçmiş olduğu peygamberler aracılığıyla insanlara ulaştırılmış ve birey, aile, toplumlar ve devletler de bu bilgiler ve emirler çerçevesinde şekillenmiştir.
İnsanlar, modernleşme süreci ile beraber, toplumlar gündelik sorunlarına din haricinde çözüm bulabileceklerini gördüler. Özellikle Orta Çağ boyunca Avrupa’da bilim, sanat, felsefe, sağlık ve eğitimde baskın bir güç ve ifade aracı olan din, modernleşme ile birlikte, -yani kırsalın şehre göçüşü, feodal kültüre sahip dışa kapalı küçük toplulukların farklı yaşamları içine alan toplumlara dönüşmesi, bireyciliğin yükselmesi, daha demokratik ve eşitlikçi bir yapının yaygınlaşması ve toplumsal kurumların rasyonelleşmesi ile toplumsal alanda güç kaybetti. Bu dönüşüm, yani modernleşmenin din için sorunlu alanlar yaratması, dini kurumların, dini düşünüş şeklinin ve dini pratiklerin toplum üzerindeki gücünü azaltarak, dini tüketim toplumunda bir başka tüketilecek eşyaya indirgedi. (V.Ertit – Birbirinin Yerine Kullanılan İki Farklı Kavram: Sekülerleşme ve Laiklik)
Özellikle kıta Avrupa’sında feodaliteden çıkışla birlikte emperyalist bir tutum sergileyen milletler veya devletler dünya üzerinde sömürgecilik anlamında hak hukuk gözetmeksizin birbirleriyle yarışır hale gelmiştir. Fakat iş öyle bir noktaya kadar geldi ki; üzerlerinde yaşadıkları toprak kiliseye ait, ordu kilisenin ordusu, hakimiyet hakkı kiliseye ait. İtirazların ve başkaldırının başlangıcı da belki burası olarak kabul edilebilir. Çünkü zenginleşen sosyal sınıflar (batı burjuvası) zenginlik noktasında çok ileri düzeyde oldukları için artık para, sermaye, siyasi nüfuz vb. ile herşeyi kontrol altına alıp yönetme hakkını kendilerinde buldular. Ancak, önlerinde bir engel vardı o da din. Zenginleşen sosyal sınıflar rahatça hareket edip istediklerini yapabilmeleri için önlerindeki din engelini aşmalıydılar. Kollektif hareket ederek bunu 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi ile bunu başardılar diyebiliriz. Yani Tanrı’yı, dini Kiliseye hapsettiler. Artık din siyasal ve sosyal hayattan çıkartılmıştı. Kendi ifadeleriyle “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya vermek” şeklinde yeniden bir yorum getirilmişti. Zaten tahrif edilmiş olan dinleri onlara çözüm değil sorun üretiyordu. Yahudilik ve Hristiyanlık “bilimci” bir bakış açısıyla tekrardan yorumlanarak örgütlendirilmesi sağlandı. Bundan sonra bu iki alanın birbirine sorun oluşturması engellendi.
“Batılı Modern İnsan” ruh dünyasında oluşan inanç boşluğunu doldurmak için yeni yeni arayışlara girişti. Tanrı’yı kiliseye hapsetmişlerdi, artık geri dönülemezdi. O tarihlerde “modern bilim” yeni yeni buluşlar gerçekleştiriyordu(!) ve buluşları gerçekleştiren varlık insan dı.
Ruh dünyalarındaki boşluğu dolduracak varlığı bulmuşlardı :İnsan. (Hüman)
Hümanizm, insan odaklılık veya insan merkezcillik. Kanunların düzenlenmesinde tanrının değil insan aklının esas alındığı rasyonalizm ile ampirizme odaklanan bir düşünce biçimi şeklinde tanımlanabilir. İnsan kutsal olduğuna göre, hayatı tüm anlamıyla şekillendirecek olanda o olmalıydı. “Bu anlamda yegâne mutlak güç sahibi Tanrı, İsa ve Ruh-ül Kudüs değil insan’dı. Hayatı şekillendirirken, fayda, gerekçe ve akıl” ekseninde hareket edecekti.
Onlara göre yeryüzünde kutsal olan insan ve bu insanın bu yeni anlayışa göre insan Tanrı’nın yerine konulunca, burada hangi insan sorusu gündeme geldi. Siyah derili ırkı insan olarak görmüyorlardı. Sarı ırk (Uzakdoğulu) ta öyleydi. Hatta beyaz ırk’ın tamamını da insan olarak görmüyorlardı. Onlara göre, insanın atası mademki maymundu, o halde tam insanlaşma sürecini tamamlamamış yarı insanımsı varlıklar olmalıydı. Tam bu noktada “Evrim Teorisi” imdatlarına yetişmişti. Bu bağlamda İngiltere başbakanı Sir Winston Leonard Spencer Churchill’in kendi parlamentolarında milletvekillerine hitaben yaptığı bir konuşmasında Türkler için şöyle bir ifade kullanmıştır. “Türkler insanlığın insan olmamış numuneleridir. Onları geldikleri yere yani Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz.” diyordu. Dini kiliseye hapsettikten sonra tanrı adına kilisenin elinde bulunan serveti, silahı ve iktidarı eline geçiren burjuva hayatı yeniden yorumladı. Kutsal insan o idi. Artık yeri şeriat akıl’dı. Onlara göre madem servet, silah ve iktidar onlardaydı o halde yeryüzüne onlar hükmetmeliydiler. “Hakikatin kaynağı ve ölçüsü insan aklı idi madem, hangi insanın aklı idi o…? İşte Faşizm, Kominizm ve Kapitalizm bu soruya cevap farklılığından doğdu. Hepsi de demokrasi dininin üç temel itikadi prensibini oluşturan rasyonalizm, determinizm ve pragmatizm ilkelerine sıkı sıkıya bağlıydı. Akılcı, faydacı ve gerekçeci bir mantıkla eşyayı sorguluyorlardı.”(A.Dilipak-Sorunlar Sorular ve Cevaplar-1)
Servet, silah ve iktidar ellerinde bulunduranlar hayatı ve eşyayı yeniden tanımlayıp yeniden pay etme hırsıyla var güçleriyle çalışıyorlardı. Madem mutlak güç sahibiydiler, herşey onlar için onlar tarafından onlara göre yeniden dizayn edilmeliydi. Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, vs.. burjuvası tarafından herşeyin kendilerine göre yeniden dizayn edilmesi sürecinde dünyada faşizm rüzgarları estirdiler. Ama bir yerde hata yapmışlardı. Geldikleri nokta itibariyle oturup tekrar düşündüler, kendi aralarında milliyetçilik tehlikeliydi. Bunu az gelişmiş ülkelere ihraç etmeliydiler. O zamanın önde gelen diktatörlerinden Benito Mussolini’nin infaz edilmesi ve Adolf Hitler’in gaz odalarında ölüme terk edilmesi faşizmin sonu olarak değerlendirilebilir. Batı değerler sistemi insanlığa 30 yılda 45 milyon insanın ölümü ile sonuçlanan iki dünya savaşı armağan etmiştir.
Yine bunun sonucunda onca temel kaynaklar yok edilmiş, hava, su, toprak ve çevre kirletilmiş, iki tane atom bombası atılmış ve buna bağlı olarak belirli bölgelerde canlı popülasyonu değişime uğramış, hammadde kıtlığı baş göstermiş ve sonucunda açlık yoksulluk ve sefalet meydana gelmiştir.
Batı değerler sisteminin üretmiş olduğu akımlardan bir tanesi yirmibeş yılda bir tanesi de doksan yılda çökmüştür. Üçüncüsü halen varlığını devam ettirmektedir.
Günümüzde yeni Zeus ABD’dir. Herşey Amerika tarafından Amerika için Amerika’lılara göre yeniden dizayn edilmektedir. Rusya ve Çin yeni Zeus olma durumunu Amerika’nın elinden almak için uğraşmaktadır. “Yeni Dünya Düzeni” adı altında demokrasi götürme(!) bahanesiyle ülkeler işgal edilmekte ve milyonlarca masum insanın hayatını kaybetmesine neden olmaktadırlar. Amerikalıların Vietnam’da, Kore’de, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, vs… yaptığı, Rusların Kırım’da, Ahıska Bölgesinde, birçok Kafkasya’da, Ukrayna’da, vs… yaptığı, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Doğu Türkistan’da Türk-Müslüman kardeşlerimize uyguladığı soykırım… vs. vs.. Amerika, bunu bazen doğrudan kendisi yaptığı gibi bazen de maşası konumundaki devletlere (İsrail) destek vererek yaptırmaktadır.
Tüm bunlar sistemli olarak “Yeni Dünya Düzeni”nin kurulabilmesi için birer ön aşama olarak kabul edilebilir. “Tek Dünya Devleti” fikrinin ortaya çıkmasından sonra bu amaca ulaşabilmek maksadıyla durmadan her türlü psikolojik, ekonomik, siyasi, askeri imkânlarını kullanarak var güçleriyle çalışmaktadırlar. Önümüzdeki 30 yılda Dünya nüfusu için öngördükleri rakam 500 milyon’dur. Bugün itibariyle Dünya nüfusunun 8 milyar olduğunu kabul edersek geriye kalan 7,5 milyar insan ne olacak sorusuna; utanıp sıkılmadan ve acımasızca verdikleri cevap çok net. Ölecekler, diyorlar. Bu gün geldiğimiz nokta itibariyle biyonik insan modeliyle karşı karşıyayız. “Yarının İnsanları” olarak anılan biyonik insanlar, kaybettikleri kol, bacak hatta göz gibi hayati organları yerine sinir sistemlerine bağlanan aygıtları kullanarak yaşamlarını sürdürebilecek hale gelecek. Gelecekte bu insanlara daha çok tanık olacağız. İnsanlar bir mikro çip ile kontrol altında tutulacak. Endüstri 5.0 dedikleri konuyu dikkatlice inceleyiniz. İnsan ihtiyaçlarının karşılanmasında insana yer yok, herşey yapay zeka ve robotlar tarafından yerine getiriliyor. Öyleyse ilk akla gelen şu oluyor. Madem insan hayatın hiçbir aşamasında yer almıyor, o halde insana da gerek yok.
Tek Dünya Devleti’nin kurulması aşamasında önlerindeki en büyük engel ulus devletlerdir. Sınırların olmadığı, tüm sistemlerin doğrudan yada dolaylı olarak onlara hizmet ettiği bir sistem. Günümüz insanı dijital cihazlarla çok fazla vakit geçirmektedir. Bu cihazlar aracılığıyla sağlık ve ekonomik durumlarımız, alışkanlıklarımız, hassasiyetlerimiz vs.. kontrol edilmekte olup bir veya birden çok veri tabanında tutulan kayıtlar işlendikten sonra insanı yönlendirme ve kontrol etme biçiminde tekrar karşımıza çıkmaktadır.
Geçtiğimiz yıl Bill Gates bir fikrin bir ürünün patentini aldı ve tüm dünyaya ilan etti. Dünya atmosferinin dış katmanına roketlerle tebeşir tozu taşıyacak ve çok büyük alanlara yayılabilecek çapta bir projeden söz etti. Ve bunu yeni bilimsel araştırmalar için yapacaklarını söyledi. Bu ne demek biliyor musunuz? Dünya’nın herhangi bir bölgesinin Güneş ışığından mahrum kalması demek. Ve siz bu teknolojiye sahipseniz istediğiniz bölgeyi aç bırakırsınız demektir. İnsanları öldürmek için savaş çıkartıp bomba atmalarına bile gerek yok. Bu arada unutmayalım birçok savaşın çıkış sebebi ticari dir. Savaş ekonomisi veya endüstrisi denilen bir kavram var. Bir çok devlet veya gücü devletleri aşan büyük yapılanmalar belirli bölgelerde savaşların ortaya çıkmasına, sürdürülmesine veya sonuçlanmasına onlar karar verir.
Kardeşlerim, dostlarım;
Oyun büyük, hem de çok büyük. Bazen bir ayrıntıya odaklanıp fotoğrafı büyük çerçeveden görmeyi kaçırabiliyoruz. Müslümanlar olarak uyanık olmamız lazım. Çok çalışmamız lazım. Ticarette, tarımda, sanayide, ekonomide, eğitimde, hukukta, sağlıkta, astronomide kısacası her türlü formel bilimler ve sosyal bilimlerde önde olmalıyız. Bu görev yine millet olarak bize düşmektedir. Yüzyıllarca bu ümmetin sancaktarlığını yapmış necip Müslüman Türk Milleti’nin omuzlarındadır bu görev. Biz bu görevi yapmazsak ne olur? Düşünmek bile istemiyorum. Ama kısaca şunu söyleyeyim. Bu gün gündemimizde İsrail denilen terör devletinin Filistinli masum ve mazlum insanlara uyguladığı soykırım var. Siz zannediyor musunuz ki hedefleri Gazze veya Filistin. İsrail’in etrafına baktığımızda Müslüman ülkelerden milli birlik ve ümmet bilinciyle hareket eden yok maalesef. Olsa da siyasi ve ekonomik güçleri yok. Dolayısıyla buradaki hedef güzel memleketimiz Türkiye’mizdir.
Şuurlu ve bilinçli Müslümanlar olarak perde ardında oynanan oyunu görelim. Filistin meselesi bize ne diyemeyiz.
Selam ve dua ile…